Köftesiyle, Ezgisiyle, Soğuk Hava Dalgasıyla Balkanlar

Created with Sketch.

Köftesiyle, Ezgisiyle, Soğuk Hava Dalgasıyla Balkanlar


Köftesiyle, Ezgisiyle, Soğuk Hava Dalgasıyla Balkanlar
Yahut Alp Mor’u Tanıyalım

Dünyayı bir alışveriş sepetine atlayıp gezmek istiyordum; lakin tek eksiğim, beni ardımdan tıngır mıngır ittirecek bir yigido idi. (Bundan kime bahsetsem de gülüyor yalnız, yapılamaz bir şey değil bence. )
Fakat en az alışveriş sepeti kadar konforsuz, muazzam bir araçla tanıştım Alp sayesinde ve henüz dünyayı değil ama; Balkanlar’ın bir kısmını bir adet Bajaj Boxer ile gezme şerefine nail oldum.
Evet popom düzleşti.
Evet kabızlık çektim.

Hafif olan kamburum daha da belirginleşti, bu sayede Alp’le ortak yönlerime bir çentik daha attım.
Yazının daha en başında Alp Mor’un kamburlu bir kimse olduğu aşikâr oldu. Umarım finalde kötü biri çıkmaz. 

al.jpg

Sigortalı bir seferbaz olan Alp Mor, “gazi şehrimiz”e yolu düşmüş nadide değerlerdendi. Bir mayıs akşam üstüsü geçmiş idi kendisi bu kentten.
Yetmiş iki milletten sık sık gezginler geçer hep buradan, ben de ‘seferi’ olarak pek çok kentten geçerim, Couchsurfing sağ olsun.
(Biz de seni böyle böyle bitireceğiz tüketim ve menfaat toplumu!)

Bu yanlış batılılaşmış, taşı toprağı taş toprak kentten geçen her seferiye bir fırt menengiç kahvesi tattırmışlığım olur benim de, serde misavirperverlik var tabii, hesabı da kimseye ödetmem. Mihmanımı gözüm tutmazsa kahve bitiminde sıvışırım yanından; dişime göre bir yoldaş bulursam da takarım peşime yahut takılırım peşine.
Alp’le de böyle oldu. Tanışmamızın on beşinci dakikasında, menengiç kahvelerinden son fırtımızı yudumlar iken şu diyalog gerçekleşti, olaylar gelişti:
-Cuma da Kapadokya’ya gidiyorum işte.
-Aa ne güzel!
-Gelsene?
-Geleyim.

DSC03226-01 kopya.jpg

O an bu “gelsene”yi nezaketen mi dedi bilemem, ama kendisine o gün bugündür birkaç seferde daha yoldaşlık ettim, bunlardan en gerçeği ve güzeli ise şimdi uzun uzun, ballandıra ballandıra anlatacağım ‘Balkan Seferi’ idi. Konumuz elbette bu, ama öncesinde biraz kendimi öveyim, finalde de gömeyim.

Ben Alp’le tanışana dek üç kıtada on iki memleket arşınlamış bu esnada, birini az biraz unuttuğum iki dil öğrenmiş idim. Atlasın içinde falan kaybolmuyordum keriz gibi ama, okuyordum, okudukça merak doluyor, merak dolduğum topraklara doğru düşlere dalıyordum. Düşümde gördüğüm her memleketi ‘to do list’ime ekliyor, ilk fırsatta gidip görüyordum. Farisi filmlerle içime İran ateşi düşmüştü mesela, yahut Amin Maalouf kalemiyle Fas’a İspanya’ya ayak basmak için tutuşmuştum. Çünkü biliyordum ve inanıyordum ki insan ancak gezerek ve okuyarak zenginleşirdi, ben de habire yatırım yapıyordum kendime böyle böyle.
Düşünün; Alp Mor bu yatırımın kallavisini yapıyor, üstüne bir de para ve sigorta sahibi oluyor, haha! Hangimiz keriz imiş? Ben de enayi gibi manevi zenginliğin, ruhu doyurmanın falan peşindeydim yıllar yılı; blogger mıydım ki yoldan seferden parayı bulacaktım…

Her neyse, pinti diyorlar bana – sonradan öğrendim ki Alp için de böyle diyorlarmış- ki bana kalırsa ben “minimalist” bir kimseyim. İhtiyaç kadar tüketmemiz gerektiğine inanır, öyle yaşarım. Lüksten kaçınırım.
Toprak senin mi ulan, bu toprak hepimizin diyerek, şimdiye kadarki hiçbir seferimde toprak mafyası aç gözlü “kamping”cilere bir kez bile para yedirmedim mesela, hele de bir beton yığınına -15 TL ve altı hosteller hariç- para ödemekten hep kaçındım. Bloggerlığın ekmeğini falan yemedim hiç ama, her sorana da böbürlenerek anlattım seferlerimi, vay efendim Alamut’un eteklerine Hasan Sabbah’ın kalesine karşı şöyle kamp kurdum, Sahra’da bedevilerle şöyle hasbihâl ettim, Prag’da şöyle aç yattım, diye…
İyi bok yedim. Sefere çıktığımı sanıyordum kendimce.
Alt tarafı tek gidişlik ucuz biletler alıyor, akabinde otostopla bir şekilde yolumu buluyordum, yahut raylar üzerinde gün ve saatler süren yolculuklara çıkıyordum.
İyi bok yiyordum, sefere çıktığımı sanıyordum işte.
Yolum Alp’le kesişinceye dek…
Mağarada yaşıyormuşuz ve sanki gördüğümüz her şey gerçeğin birer yansımasıymışçasına, Alp Mor Beyefendi ile çıktığım Balkan seferi de bana, önceki tüm seferlerimi, bir hakikatin yansımasıymış, gerçeğin bir demosuymuş gibi hissettirdi.

Balkan seferimin bendeki yeri ve önemini yeterince hissettirebildiysem, biraz kendi şovumu biraz da Alp Mor reklamını yapmanın ardından şimdi de esas mevzuya geleyim.
Hiçbir girizgah bu kadar uzun olmamıştır biliyorum ama yolumuz uzun ve lafı dolandırmaktan da büyük keyif alırım.

20160727_113023_HDR-01.jpg

Nasıl Ucuza Kapatırız?
İki girişli Romanya vizesi ve kişi başı 650’şer TL’lik harcama ile (EVET BENZİN DAHİL, ALLAH KİTAP ÇARPSIN Kİ BENZİN DAHİL, YANİ MAZOT PARASI İÇİNDE) bir ay içinde, Bulgaristan’dan başlayıp Tuna boyunca kamp yaparak, Tuna boyunca çimerek ilerlemek…
Alp Mor benden bile daha etçil bir birey; bana kalırsa ben bu sefere tek çıksam 500’e de kapatabilirdim. Seferin son demlerinde köfteye çok abandık, kesenin ağzı biraz açıldı ama giden para olsun ve de yediğim içtiğim benim olsun, gördüklerimden bahsedeyim.

20160728_112104_Pano-01 kopya.jpg
(Soldaki karartı benim. Zorlu yollarda motordan iniyor, piyade devam ediyordum; yol bitiminde düze çıktığımızda da Alp’le buluşuyorduk tekrar. Çamura falan saplandığında da ittiriyordum var gücümle. Seyit Onbaşı gibi hissediyordum aynı, bir insan hep aynı şakayı yapar mı, yapıyordum işte.)

Vize işi gayet kolay bir kere. Ben ileriyi de düşünerek aldım 3 aylık multi Shcengen’i ama, Alp bunu daha da ucuza kapatacak kadar zeki bir birey, üstelik benden bile pinti/minimalist. Hem daha kısa sürede hem de daha ucuza çıkan Avrupa’nın taşrası diye tabir ettiğim Romanya ülkesinin konsolosluğuna gidip 3 iş gününde halledebildi vize işini. Ben Multi Schengen’imle Hırvatistan’a doğru uzar oradan Alp’e el sallarım sanıyordum ama, yoldaşlık yola ağır bastı, onu Hırvat sınırında bırakıp hiçbir yere gidemedim. Hahaha, zaten nereye gidiyordum ki motor ondayken.
(Birkaç paragraf sonra, Alp Mor’un Hırvatistan sınırından nasıl geri çevrildiğini anlatacağım ve yaşlı gözlerle pasaportuna yediği CANCEL damgasını. Cancel! Yani diyor ki ip-tal!)

20160728_083757_Pano-01 kopya.jpg

657’ye Tabii Değiliz
Olaylı bir temmuz ayında, iki şüpheli şahısçasına terk eyledik cennet vatanımızı, memur falan olmadığımızdan kolayca fıydırdık. İlk durak Bulgaristan’a girer girmez Burgas oldu. Burgas nasıl desem, Alanya’nın biraz daha sakini. Karadeniz müthiş coşkulu ama plaj enfes, zaten haritada kamp yerleri işaretli, bizim bulduğumuz yer kıyının en izbe en huzurlu yeriydi. Burada sadece bir güncük durduk, Alp’in Romanya’ya veya Hırvatistan’a çift giriş; Bulgaristan’dan ise transit geçiş hakkı tanıyan Romanya vizesinin bir günü Burgas sahillerinde harcanmış oldu yani, değdi de. Harcanmış diyorum çünkü nihai gayemiz Romanya’ya gidip Transfagaraşan’a varmak, oradan da Sırp ellerini transit geçip Adriyatik kıyılarınca ilerlemek.
(Satırlar sonra, Adriyatik kıyılarında Alp Mor’un kusmuğunu nasıl temizlediğimden de bahsedeceğim ve de Alp Mor’un hassas midesinden. )

Yurda dönüşümüzde herkesin coşkuyla sorduğu tek bir sorunun cevabına yazının başında peşinen açıklık getireyim. Dehşete düşmüş gözlerle NASIL YIKANDINIZ diyordu insanlar. Allah Allah, nasıl yıkanmış olabilirdik acaba? Yoksa haftalarca yıkanmamış mıydık hiç? Soru bana oldukça tuhaf geliyordu her seferinde, yaz mevsimindeydik ve kâh Tuna, kâh Karadeniz, kâh Adriyatik kıyılarından ilerliyorduk. Su vardı ve beleşti. Ve coşkun akan Tuna kolları bile yer yer ılıktı. İnsanlar hâlâ nasıl arındığımızı soruyorlardı. Yıkanıp yıkanıp fatura ödememek kadar muazzam bir olay masallarda bile değil seferde gelebilirdi ancak başımıza.
Suyla ilk temas Burgas’da oldu nitekim, hain dalgalar çorabımı yıkarken de tekini aldı götürdü.

20160728_183355_Pano-01 kopya.jpg
(Şu solumuzdaki tarla da, Romanya sınırına yakın bir yerde nefsimize yenik düşüp mısır çaldığımız yer. Uzun süre heybede saklayıp, bir türlü kısmet olmadığından közleyemeyip, yollardan sonra, taa Mostar’a varıp yiyebildiğimiz zaman, Alp Mor’un hassas midesini bozacak olan hain mısırların yetiştiği tarla. Pek yakında…)

Şakacı Sınır Polisi – Tanınmayan Boxer
-Komşii bu ne biçim motor!
Araç sigortasını Bulgaristan sınırından yapmıştık, sonrasında Karadağ sınırında başımıza iş açsa da hem daha ucuza geldi, hem biz pintiler yahut minimalistler yahut tüketmeyenler yanımızda asla fazla nakitle gezmediğimizden, mücbir sebeblerden ötürü cebimizdekilerle “komşi”nin sınırında yapabilmiştik işlemi. Sınırlarda ve genele yayarsak seferin birçok bölümünde bu nakitle gezmeme işi çok kere bela oldu başımıza. Arlandık mı? Hayır. Arlanmadığımız gibi nakitsizliğimiz hürmetine çok kez gişelerde para ödemekten de yırttık çünkü, hatta Bosna’da Alperenler Tekkesi’ne de, yine nakitsiz gezdiğimizden ve Allah’a şükürler olsun ki orada kart geçmediğinden, beleş girdik.
Hepsini ama hepsini anlatacağım sevgili okurlar, ay ömrüm boyunca şaştım kaldım şu insanların bloggerları takip edişlerine, ama şu an bin küsur takipçiye sesleniyorum halkıma seslenircesine.
Ben ömrümde araçla çıkmamışım yurt dışına ne bileyim kayıt falan nasıl yapılır. Ben hep otobüsler, trenler… Sınırdan bir geçişimiz var; eşekle geçsek ancak bu kadar yadırganırız. Karakaçan misali bir motor, heybeler dolu, dümende beli bükülmüş, elleri nasırlaşmış bir Alp Mor, arkada ben ve de ben kadar bir çanta… Abartmıyorum; polisler selama duruyorlardı adeta her seferinde, vay karşim benim; bu kadar yolu bu eşekle yaptın bir de terkisine bir hanım mı attın, dercesine. Selama duruyorlardı durmasına ama araç kayıt esnasında Bajaj Boxer hiçbir şekilde sistemde görünmüyordu.
Bulgar polisi ülkelerinden çıkıp Romanya’ya girişimizde de isyan etti en son:
-Komşii bu ne biçim motor!

20160729_121443_HDR-01 kopya.jpg

Görmeden Önce Ölmeniz Gereken Sıpsıradan Bir Yer: Vama Veche
(Bu “görmeden önce ölme” tabirini çakal mürşidiniz Alp Mor bir paylaşımında kullanmış ama yemin ederim ki bu ilk benim aklima gelmişti sevgili okurlar.)
Bulgar polisi bize fırça kayadursun, biz bir yandan Romanya polisini ikna etmeye çalışıyoruz mülteci olmayacağımıza dair. Yav birincisi biz cennet vatanımızı seviyoruz tamam mı, ikincisi de mülteci olmak için Romanya’yı mı seçeceğiz memur hanım? Sınırları, sefer boyunca sorunsuz hatta komik bir şekilde atlattık ama ülkenin içinde bulunduğu gaflet ve hıyanet dolu günler ve de kaos ve de isminin kısaltılmışını zikretmekten kaçındığım olağanüstü hal durumu bazen biz seferileri de vurdu maalesef. Romanya polisini ikna etmek hayli zaman aldı, biz de ülkeye girince, sınıra en yakın ilk durak olarak Vama Veche’yi seçtik. Bu yer aynı zamanda Alp’in ikinci kez gittiği zaman soyulacağı o günah yuvasından başka bir yer değildi.
Adı batasıca Vama Veche!

20160729_102344_HDR-02 kopya.jpg

Benim yolum ilk olarak 2013 yazında düşmüştü buraya. Bayılıyorum bazı yerleri Alp’ten önce görüp biliyor olmaya ve de onunla sidik yarıştırmaya. Defaatle, bin bir somut örnekle açıkladım kendisine Vama Veche’nin ne kadar leş bir yer olduğunu, lakin hava kararıyordu, başka çaremiz yoktu ve Alp Mor daima burnunun dikine giden tipik bir aslan erkeği idi ve Allah belamı versin ki benim burçlar hakkında zerre fikrim yoktu, sadece bu laf bir yerlerden kulağıma çalınmıştı.
Her neyse, gerekirse asfaltta yatalım ama Vama Veche’ye kamp atmayalım yakarışlarıma rağmen; o geceyi 2000 model çiçek çocuklar arasında bangır bangır kalitesiz müzik eşliğinde, kenef kokan denizin kıyısında geçirdik. Alp zeki olduğu kadar sinsi de, fotoğrafı öyle bir açıyla çekiyor ki etraftaki üç bin beş yüz adet çadır kadraja girmiyor bile. Ama sahilde yürümek için çadırların arasından yan dönüp geçiyorduk; öyle bir insan kalabası. Oysa, Burgas kıyıları ne kadar da sakin idi.

20160729_102121_HDR-01 kopya.jpg

Vama Veche’yi ikinci kez görene dek ‘yeşil deniz’i manalı bakan yeşil gözler için kullanılan bir tabir sanıyordum ama kıyıya vuran yosun ve pislik yüzünden burayı yeşil deniz diye anmanın hiçbir sakıncası yok bence. Zibidi yurdu, kenef kokulu, yeşil Vama Veche!
Sanırım her daim haplanan bir kitle var orada. Ben ilk gittiğimde sarhoş bir adam kafama tükürmüştü, hahah. Pis adamlar!
Özetle; yolunuz buraya düşerse yolunuzu değiştirin.

Ama Vama Veche’yi ayırıp bir kenara koyarsak bu Avrupa’nın taşrası diye tabir ettiğim Romanya bence, abartayım hadi, bizce Balkanlar’ın en güzel, en çeşitli, en bereketli ülkesi.
Transilvanya’dan geçeceğiz daha, yolda boz ayı görüp, Kazıklı Voyvoda’nın şatosuna gideceğiz, ama daha yolumuz var.
Vama Veche gibi Bükreş de gayet saçma bir yer bu arada. Yolumuzun üstü olduğu için mecburi geçtik oradan, şehirlerden, binalardan hiç bahsetmeden devam edelim biz yolumuza.
Zaten sigortalı seferbaz Alp Mor hep der ki: “Şehir gezen bizden değildir Tubakız.”
Haklısın ustacığım, haklısın.

20160730_075140_HDR-01 kopya.jpg

Şehirden Binadan Kaçmak Demişken
Tam olarak hangi iki güzergah arası bile olduğunu anımsayamadığım şu tarla, tam da karanlığın çöktüğü bir anda imdadımıza koştu, Alp Mor’un hisleri ve tecrübesi sağ olsun. Bende yol konusunda mevcut olan tek şey cesaret. Bildiğin düz cahil cesareti. Sıfır bilgi. Tamamen içgüdülerimle yol bulurum, Alp ise müthiş bir donanıma sahiptir, hem ekipman hem tecrübe anlamında.
Fakat size onun bir özelliğinden daha bahsedeyim; Alp kelimenin tam anlamıyla “sülalesi rahat” hatta “sülalesi raad” şeklinde tabir edebileceğimiz bir adam. Yarınlar yokmuşçasına yavaş hareket eder, bir yerden bir yere yavaşça gider, yavaş konuşur, YAVAŞ DÜŞÜNÜR hatta… Gecenin çökmesi, karanlığın basması onu zerre ırgalamaz. Gece 2’de kamp yeri bulup kurulduğumuzu biliyorum ben, bahsetmiştim sevgili ustacığım sayesinde karanlıkta iş yapabilmeyi öğrendim böyle böyle.
Ve Allah belamı versin ki, ay ışığında iş yapmak romantik bir eylem değil.
Her neyse, kamp için bulduğumuz, arkası sık ağaçlarla çevrili bu tarla da yine bir Alp Mor dehası ürünü, hahahah! Şaka şaka anayoldaki bakkala sorarak bulduk burayı esasında, eppek almak için girdiğimiz bir bakkala. “Oğlum hadi İngilizce konuşsana” hadisesi evrensel bir şeymiş bu arada; bakkala girdik kendi aramızda bir şeyler konuşuyoruz; bakkalı işleten bir karı koca. Hemen kendi dillerinde bir şeyler söyleyip oğullarını devreye soktular bizi görür görmez, oğlanı muhtemelen ya özel bir okula yolluyorlar yahut bir şekilde dil okuluna falan göndermişler ki karşılığını bulmak istiyorlar o an; yani beden dilleri tamamen bunu söylüyor.
-Turist geldi oğlum, konuş.
(Turist sana benzer ablacığım, seferiyiz biz.)
Neyse, oğlan da utana sıkıla “ken ay help yu” diye sordu sağ olsun, yes canım yu ken.
Sonra bize yolun az gerisinde tarlaların bağların bostanların olduğundan bahsetti de böyle bir yerde müthiş bir gece geçirdik.
Müthişti, çünkü kurulduğumuz yerin hemen ötesinde tren yolu vardı. Gece birkaç kez geçen trenin sesiyle düdüğüyle uykuya dalmıştım o gece, hem yemyeşil doğadaydım hem de tren sesi duyuyordum, daha mutlu olamazdım herhalde. Teşekkürler bakkalın oğlu, teşekkürler Alp Mor.

20160731_164111_HDR-01 kopya.jpg

Fagaraşan ve Alpina Öncesi
Şimdi, bu Transilvanya olarak nam salmış Erdel Bölgesi bizim zaten Romanya’ya geliş amacımız, benim hedefim Kazıklı Voyvoda’nın kalesini Alp’e göstermek, tanıtmak; Alp de habire Alpina ve Fagaraşan yollarından bahsediyor. Bildiğiniz ya da şok olacağınız üzere Alp Mor ilkokul 3 terk bir kimse, bunun ispatını kendisi için yazdığım biyografide detaylı olarak bulacaksınız zaten, o nedenle yol boyu tarihi ve coğrafi bilgiler vererek yoldaşımın okulsuz yönünü hep güçlendirmeye çalıştım. O da bana sağ olsun harita kullanmayı ve karanlıkta iş yapabilmeyi öğretti. Sefer bu nedenle manalı ve verimli geçti.
Codlea gibi, Braşov gibi, Raşnov gibi tatlış yerlerden, terk edilmeye yüz tutmuş Türk köylerinden geçerek tuttuk Fagaraşan yolunu.
Codlea, Malta’dakine benzer rengarenk evleriyle ve kendimizi şımartıp pizza yiyişimizle kaldı aklımda. Uykuya dalmak için hostele avuç açmadığımız gibi, yemek işi için de asla restoran falan düşünmedik; ama ucuzluk sanırım zayıf noktamız bizim. Her şeyin beleşi, beleş yok ise ucuzu makbuldür. Bu benim mottom, naçizane. Nakit taşımamak, taşısak da azıcık taşımak burada da işe yaradı ve pizzayı 2 Lei daha ucuza kapattık. Kâr kârdır sevgili okurlar.

20160801_104707_HDR-01 kopya.jpg

Braşov ise şu açıdan önemli; çünkü Voyvoda’nın şatosu diye nam salmış Bran Kalesi bu kentin yakınlarında hemen. Şehrin göbeğine şato manzaralı kamp kurduk, aynı işte fotoğraftaki gibi Full HD idi, ya da bana her şey olduğundan daha parlak ve gerçek görünüyordu diye böyle söylüyorumdur.
Kentin kendisi de gayet tatlış bir yer, hatta kentten ziyade kasaba gibi. Efsanevi manzaralar bulunca şımartıyoruz kendimizi, o geceki manzarayı da şatoya karşı kuru et ve yüzde yüz alkolsüz arpa suyu tüketerek kutladık. Sabahına da kişi başı 30 Lei mi ne ödeyerek girdik içeri ama şatonun içi, dışı kadar haşmetli değil ne yazık ki, epey içerledim ben buna. Birçok yeri ziyarete kapamışlar. Ben, sevgili mürşidiniz Alp Mor’a şato gezisi boyunca bilgiler vermeye çalışıyordum o ise haklı olarak ekmeğinin peşinde; hangi açıdan nasıl güzel fotoğraf çekeceğini ayarlıyor, sık sık şatoya akın eden kalabalığa sövüyordu. O sövdükçe ben de destekliyordum: Çok haklısın ustacığım; küfür ruhun rüzgarıdır.
Sözün özü; Voyvoda’nın kalesi beni pek de tatmin etmedi, giderseniz pas geçebilirsiniz.
Allah da iyi ki beni blogger olarak yaratmamış; şuraya gitmeyin, burayı pas geçin, şurası kokuyor, buras pahalı…
Şato meselesinde haklıyım ama; efsaneler realiteyi hep alt ediyor.

20160801_091754_HDR-01 kopya.jpg 20160801_095659_HDR-01 kopya.jpg

Fagaraşan’a doğru sürerken şatoya da Codlea’ya da varmadan evvel adını sanını anımsamadığım belki de çoktan terk edilmiş bir Türk köyünden geçtik. Wifi’a doyduğumuz benzinlikler zaten dinlenmek için favori meskenimiz, bir de bunun bir tık daha iyisi olarak bir köyde cami bulmuşuz, kaçırır mıyız? Suyumuzu tazeliyoruz, yıkanacak bir şey varsa bir çırpıda yıkıyoruz ne güzel. İçeride de mis gibi kestiriyoruz.
Girdiğimiz o camiyi hiç unutamam. Çünkü içeride bisküvi ve ‘goflet’ vardı. Bakkaldan aldıklarımız illaki ‘gofret’tir ama bu çok eskimiş ve açıkta kala kala bayatlamış besin gofletten başkası olamazdı. Camiye gelenin gidenin olmadığı Vedat isimli imamın kapıya asıp altına da telefon numarasını eklediği “Camimiz ibadete açıktır, cemaati bekleriz” notundan belliydi ama içerisi nedense bakımlı ve tertemizdi koca da bir kütüphanesi vardı; hem de hepsi Türkçe kitaplar. Alp köşede kestirirken Divan-ı Hikmet’i buldum orada; onunla çıktığım seferlerde yanıma kitap almaya ihtiyaç duymasam da, kendisiyle uzunca bir süre “camiden hiç okunmayan bir kitabı aşırmak hırsızlığa girer mi acaba”nın muhakemesini yaptık, çünkü bana kalırsa o kitabın orada durmakla kimseye faydası yoktu ve yanımıza alıp değerlendirebilirdik. Muhakeme aleyhime sonuçlandı ve finalde Divan-ı Hikmet’i oradan bırakıp mideye indirdiğimiz bisküvi ve gofletlerle camiden ve de köyden ayrıldık. Bisküviye de bisküvi dedim ama o kadar bayatlamış ve yumuşaktı ki insanın bisgevit diyesi geliyor idi. E madem kitabı çalmadımdı, bisgeviti gofleti ne demeye mideye indirdimdi?
Bu çelişkiler bir yana, yazının bu kısmında ise Alp Mor’un harama asla el açmayan, tam bir Allah adamı olduğundan bahsediyorum. Zaten yeri geldiğinde de telefonu “selamın aleyküm abi” diye açıyor, canım yaa.
Neyse, Fagaraşan’a gidiyorduk biz, devam edelim.

20160731_174645_HDR-01 kopya.jpg 20160731_182501_HDR-01 kopya.jpg

“Kayyymak Gibi Şerefsizim”
Komşii bu ne biçim başlık?
Bu yolu tasvir eden daha uygun bir sözcük öbeği yoktu, seviyesiz üslubum için hepinizden tek tek özür dilerim sevgili okurlar.
Biliyorum; siz motorcular, motorseverler, motorcuseverler, ‘ah ulan keşkem biz de gezsek’ciler, ‘oh hayat size güzel’ciler zaten bu yolun methini duymuşsunuzdur, malum sürüş keyfi tescillenmiş bir rota. Şimdi bu yola Tubakız’ın gözüyle bakalım biraz da, asfalt yolda ayı falan gördük biz çünkü; her detaya değinmeliyim. Satır aralarında da Alp Mor’un soğuğa dayanma eşiğinden bahsederim belki biraz; yoksa Alp Mor en ufak bir soğuktan etkilenip hemencecik midesini üşüten bir ‘piremses’ mi?

20160731_133813_Pano-01 kopya.jpg

Hiçbir zaman ‘an’ı paylaşma delisi bir insan olmadım ve bundan evvelki birçok seferime ya telefonsuz çıktım, ya da seferde telefonu bozdum. Zaten hayatımda ilk kez bu sene sevgili ustacığım Alp Mor’un talimatı ile akıllı telefon kullanıyorum. Yani güzel ya da şaşırtıcı ya da etkileyici bir şey gördüğümde kaygısına düştüğüm şey, çekip onu filme almak değildir hiçbir zaman. Güzel bir manzara gördüğüm zaman ne kadar uzun bakılabilirse o kadar bakar, hafızaya atarım. Telefon ya da herhangi bir aparat o esnada asla ama asla aklıma gelmez. Fagaraşan’da bu kuralımı çiğnedim ilk kez; yani yol ve manzara o denli muazzamdı. Motorda sırtımı çantalara yaslayıp yolun taa en başından tepeye varana dek, etrafımızı çevreleyen dağları, üzerinde kaydığımız asfaltı, yeşili, taşlar arasından sızan suyu, kâh yükselip kâh alçalan, içinden geçtiğimiz bulutları, her şeyi ama her şeyi filme almışım 90 kilometre boyunca, çekmişim, kaydetmişim ilk kez bir şey depolamış ve saklamak istemişim. Bir ara coşup “selfie” bile çekmişim hatta ama, sonradan bu ‘keko’ hareketim için kendimi cezalandırdım elbette.

20160731_125242_Pano-01 kopya.jpg

Alp Mor bildiğin yurdum insanı, Fagaraşan’ı gördü “yav işte bu bizim Doğu Karadeniz yaylalarının asfaltlanmış hali” şeklinde bir yorumda bulundu; “öff köyüne dön bee” diyemedim tabii, haklısın dedim kendisine, nitekim haklı da. Romanya sanırım 70’ler-80’lerde buraya yatırım yaparak müthiş akıllıca bir şey yapmış, ülkenin ve dünyanın çok yerinden talibi var manzaranın, al sana tonla döviz! Rağbet edeni fazla, fazla olmasına da, bir selfie çekinip gerisin geri aşağı iniyorlar genelde, en çok ona üzülüyorum; insan bu kadar yüksekliğe ulaşmışken yıldızın bulutun altında bi’ uyku çekip sabahı öyle etmez mi? Ah ulan konformistler…

20160731_130049_HDR-01 kopya.jpg

Neyse ki konformist değilim, değiliz ve dağa bayıra tutkunuz; harika bir yer bulduk kamp için de. Bulduk falan diyorum ama zerre katkım yok buna, dümen nasılsa Alp’te, hep o buluyor. Onun dışında her şeyde yükü paylaşıyoruz ama, valla billa. Gece çekimlerinde çadırın içinden ışığı kim tutuyordu sanıyordunuz, ya da Alp’in ‘bir de beni tek çek pozları’nın kim tarafından çekildiğini…
Her neyse, Fagaraşan’da geceyi geçirdiğimiz tepe de, kamp kurduğumuz yerler arasında ilk 3’ümdedir hâlâ.Merak edenler için (eminim edilmiyordur ama olsun) 1 ve 2’yi de yazarım bilahare.
Çadırın hemen yanındaki taşlar arasından su sızıyordu, beni çok mutlu eder taşlar arasından sızan sular. Görünce durur izlerim. O buz gecenin, uzun gecenin sabahına da yine o buz gibi suda çamaşır yıkadım biraz, en son Karadeniz’in hırçın dalgalarına pembiş çoraplarımı kaptırdığımdan beri durgun sulara meyleder olmuş idim. Off, o durgun su var ya nasıl buz gibiydi sevgili okurlar, siz donlarınızı falan evde yıkayın Fagaraşan’a giderseniz, eliniz üşümesin şimdi. Ben Alp fotoğraf çekerken sıkılmayayım diye yıkıyordum açıkçası; ama o da beni çekiyormuş bir yandan, şakacı şey.

Başlıksız-3.jpg

Çamaşır, fotoğraf faslı sonrası toplanıp Alpina yoluna düşmek için yola koyulduk ama akşamüstü vardığımızda alıcı gözüyle göremeyip bir şey kaçırmış mıyız acaba endişesiyle Fagaraşan’da biraz daha oyalandık, ya da manzaradan kopamadık. Orta Avrupa’nın ve Balkanlar’ın klişe tadı Kürtoşkalas, sosis, patates, pastırma, gözleme falan satan tezgahlar var yolun bir yerinde; seyir tepesi gibi bir yere konuşlanmış; aha aynı fotoğraftaki gibi, heh işte oradan hiç bahsedemeyeceğim ÇÜNKÜ YANIMIZDA NAKİT YOKTU VE HİÇBİR TEZGAHTA KART GEÇMİYORDU. Alp’e kürtoşkalas yedirmek çok istedimdi ama o bu seferden çok sonra, ikinci Avrupa seferinde tattı ancak bu lezzeti, pek de beğenmemiş ama; sanırsam zevksiz birisi.
Ha, biz ne mi yaptık o gün o esnada; tezgahların önünde birkaç kez volta attık, pos cihazları var mı yok mu diye iyice bir kontrol ettik, sonra heybede son kalan çubuk krakerlerimizi Nutella’ya banıp yedik manzaraya karşı. Bazı bazı bulutlar geçiyordu üstümüzden, bazı bazı biz bulutların içinden…

20160731_124210_HDR-01 kopya.jpg

“Çubuk krakerle Nutella keyfi” sonrası Alpina’ya doğru sürecek bir gece de orada geçirecektik. Sonra da güzelim Romanya’yı terk eyleyip Sırbistan’a doğru…
(Alp’i bir takipçisi Sırp ellerine girdi diye aforoz etti, bundan da bahsedeceğim gülerek.)
Transalpina yolu, Transfagaraşan’ın daha virajlısı ve daha soğuğu sadece, rakım burada 2500’ü falan buluyormuş, bunu da Alp’ten öğrendim, herkesin ulaşabileceği klişe bilgileri bir tıkla hemen söyleyiverir Alp Mor; böyle de paylaşımcıdır.

20160802_121000_HDR-01 kopya.jpg 20160731_091602_Pano-01 kopya.jpg

Son olarak; benim yol ve yolculuk konusunda kendime ve Alp’e saygım sonsuzdur ama bu Fagaraşan yolunda önünde hürmetle eğildiğim bisikletçi kardeşlerimiz oldu. Şafakta yola düşüp, taa akşamı zirvede ediyorlardır belki de. Gıpta ettiğim ve eğer alışveriş sepeti ile uzun sefere çıkma planım ütopik bulunmaya devam edilirse düşündüğüm bir alternatif çünkü bisiklet.
Neymiş efendim daha koşamıyormuşum bile, bisiklet benim neyimeymiş hahaha, sen görürsün Alp Mor; ben de bisiklet ile Fagaraşan yoluna bir kez daha düşmez isem…

Transfagarasan-11.jpeg

Ha bir de, ayı gördük yolda, vallahi iki adet ayı gördük ormandan asfalta sızan, Alp dümendeydi ve fotoğrafı ben çektim; ben çektiğim için her türlü estetik değerden yoksun bir fotoğraf ama siz hayal edin işte, asfalta sızan ve virajlı yolda trafiği felç eden iki adet boz ayıyı. İnsanın gerçekten hoşuna gidiyor. Gülümsemek için bir çift ayı yetiyor demek ki.

20160802_094830_Pano-01 kopya.jpg

Fagaraşan’a nazaran daha dağlık bir bölge olan Alpina’da geceyi geçirdiğimiz yer burası da. Seferin en soğuk gecelerinden biriydi, hemen ardımızdaki arı kovanları ne sevimli değil mi? Zirveye sabah çıkabildik toplandıktan sonra ve evet orada da kürtoşkalas yiyemedik. Virajlardan kaya kaya düzlüğe inip Tuna üzerinden Sırbistan’a uzanan bir sınırdan geçmek üzere Romanya defterini kapattık. Alp bir süre sonra tekrar açacaktı bu defteri, bu kez daha çok üşüyerek.

20160731_091025_Pano-01 kopya.jpg
(Soldaki neşeli çoraplar, Kapadokya seferinden sonra Alp’e armağan ettiğim neşeli çoraplarım. Sağdakiler ise her seferimde yanımda götürdüğüm uğurlu zilli çoraplar. Evet yürüdüğüm zaman çın çın çın ses ediyor, o ses ettikçe Alp Latif’miş, ben de Latif’in “püsküllü deve”siymiş gibi hissediyorum.)

Ayısıyla, yollarıyla, camisiyle, polisiyle Balkan Seferi Part 1 burada sona erdi. Bahçesine kamp kurduğumuz Sırbistanlı aile ve zalım Sırp memurları ve de Bosna’dan Hırvat sınırına kadar ulaşan, sonra tekrar Bosna’da noktalanan yeni bölümde görüşmek dileğiyle sevgili okurlar.

Tuba Pasaklıkök
-Komşii bu ne biçim soyadı!

 

9 cevap

  1. drd4 dedi ki:

    süper bir yolculuk olmuş, keyifle okudum elinize sağlık

  2. sheriff dedi ki:

    Alp’i devamlı takipliyoz ama bu seferki efsane olmuş. Sunum felaket güzel izlemede kalıyoruz.

  3. Tuğçe BAĞBAŞI dedi ki:

    Tubakız merhaba… Kamp yerinin 1 ve 2. Sini merak ediyorum :) (bana yaz) Yazım ve anlatım çok güzel olmuş. Senin sayende Alp’i biraz daha tanıdık… Zilli çorapların sana umarım hep uğur getirir… Ve evet bu ne ilginç bir soyad Pasaklıkök…

  4. saffet dedi ki:

    Hep yapmak istediğim muhteşem bir gezi gerçekleştirmişsiniz. Çok beğendim.Gezisiz kalmayın.

  5. Part 2 de part 1 için tuna nehrinde kalmıştık diyor ama benim part 1 in en sonunda gördüğüm “Çünkü biliyordum ve inanıyordum ki” sorun mu var.?

  6. deniz dedi ki:

    harikaaa ..:)

  7. Atıl dedi ki:

    Çok yararlı bir paylaşım olmuş. Emeğiniz için teşekkürler. :)

  8. volkan dedi ki:

    selamlar.yazınız çok başarılı. teşekkürler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir